2 Temmuz 2008 Çarşamba

Receb'in ''kandil''i Regaib



Receb ayının incisidir Regaib...

Allah (c.c)'ın kullarına merhametinin ve sevgisinin resmedildiği bir tablo daha...

İlla af ve mağfiret etmek, yüceltmek ve temizlemek istiyor kullarını;bunun içinde adeta vesileler zinciri kuruyor mübarek gece ve aylardan...

Eda etmeye çalışanlar izzet ve ikramla mukabele bulacak elbet, zerre miktarı gayreti bile ihlasla yapana idrakin almadığı ve değerini kendisinin belirlediği, ecrini kendisinin verdiği bir rahmet seli ile cevap verecek Kudret-i İlahi...

Gönlü kırık, boynu bükük sevdalı ruhlar yükselecek dua dua arş-ı ala'ya.
Semaya açılmış nice eller hürmetine bir sekinet inecek kainata ve sekinetin çığlığı yankılanacak yedi semada; yer, gök, alem ve insan hep bir ağızdan Birliğini ezkar edip fısıldayacak:
Allah Allah Allah Allah!!!!

Lisan-ı hal ile lütfedip kulunun kalbine: Buyur kulum dediğinde, ben bu hali nefis perdelerimle kapattığım ruhumda sezemesem de, o vaktin ve nidanın hürmetine yalnızca ''bir kandil de ruhuma yak'' diye niyaz ediyorum Ya Rabbi!!!
(Alem-i İslam'a geceyi ihya etmek nasip etsin Rabb'im)

26 Haziran 2008 Perşembe

Şükrün Süheyb'i Sabrın Hifa'sı


Medine'nin kadınları hem güleryüzlü, hem de güzeldirler. Ancak Hifa Hatun başka güzeldir ve bambaşka gülümser. Öylesine sıcakkanlı ve öylesine samimidir ki kadınlar onu canları gibi severler. Oğlu, abisi, erkek kardeşi olanlar akraba olmaya kalkar, hatta bazıları beylerine ister. Onu ciddi ciddi sıkıştırır, araya hatırlıları koyup, izdivaç teklif ederler.
Hifa Hatun'un methi hızla yayılır ve çoook uzaklara gider. Bırakın hekimleri, tüccarları, vezirler, sultanlar sıraya girer. Ancak o Necaşi gibi
bir İmparatoru bile reddeder sadece ve sadece ALLAH'ın rızasını diler.
Ama taliplerin ardı arkası kesilmez. Kimi ayaklarına halılar serer... Kimi cevahirler döker... Yüz kızıl tüylü deveyi getirip kapısına bağlayanları mı sorarsınız, yoksa saray anahtarlarını önüne atanları mı?
Hifa Hatun bütün bunlara dönüp bakmaz bile, Efendimizin huzuruna çıkıp "Ey ALLAH'ın Resûlü" der, "bana cennete götürecek bir şeyler öğretsene." Doğrusu o
Peygamber Efendimiz'in (sallALLAHu aleyhi ve sellem) 'gündüzleri oruç tut' ya da 'geceleri namaz kıl' gibi bir tavsiyede bulunacağını sanır ama Server-i Kâinat "Önce evlenmen lâzım" buyururlar "zira bununla dininin yarısını emniyete alırsın!" Hifa, büyük bir teslimiyetle boynunu büker ve "siz kimi münasip görürseniz ben ona razıyım" der.
Mâlum, o sıradan bir hanım değildir ve onu nikahına alacak erkeğin de "özel"
olması gerekir. Lâkin Resûlullah (sallALLAHü aleyhi ve sellem) ne kimseye ümid verir, ne de kimsenin ümidini kırar. Her zamanki gibi basit ve pratik bir çare bulur "yarın sabah mescide ilk gelenle evlen" buyururlar. Bu teklifi herkesin hoşuna gider, talipler erken kalkmak için tedbirler düşünür, kendilerince hazırlık yaparlar.
Bu haberi elbette Hazret-i Suheyb de duyar ama dikkate almaz. Zira o fakir ve kimsesiz biridir. Evi yurdu yoktur ve karnını zor doyurur. Kah ağaç altlarına uzanır, kâh mescid gölgelerine kıvrılır. Uzun boyuna rağmen o kadar zayıftır ki, rüzgar sert esse ayaklarını yerden kaldırır.
Ama bakın şu işe ki o gece ALLAHü teâlâ bütün sahabelere derin bir uyku verir, Hifa Hatun'un talipleri gözlerine çöken ağırlığa yenilirler. Resulullah Efendimiz (sallALLAHu aleyhi ve sellem) her zamanki gibi imsak sökerken mescide gelir ve büyük bir merakla talihli sahabeyi bekler.
Nitekim mescidin eşiğinde bir gölge uzar ve Süheyb içeri girer. Resulullah Efendimiz namazdan sonra Hifa Hatunu çağırtıp neticeyi bildirir. Hazret-i Hifa büyük bir teslimiyetle kabul eder.
Efendimiz güzel bir hutbe okur ve nikah akidlerini yaparlar. Sonra şanslı sahabeye döner "Ey Süheyb" buyururlar, "şimdi hanımına bir hediye al ve tut elinden evine götür."Suheyb RadıyALLAHu anh ellerini çaresizlikle iki yana açar. "İyi ama" diye mırıldanır, "benim ne bir dirhem gümüşüm, ne de sığınacak evim var."
Hifa Hatun kocasının boynunu büktürmez, ona içinde on bin dirhem gümüş olan süslü bir heybe gönderir ve "filanca yerdeki köşkümü sana hediye ettim" der.
Alemlerin Efendisi çok hislenir onlara hayır dualar ederler.
Süheyb, o gün Medine sokaklarında dolanır durur, akşama doğru utana sıkıla konağa sokulur. Kendisi için hazırlanan muhteşem sofradan ya bir, ya iki hurma alır ve "Ya Hifa" der, "biliyorum sen benim için bulunmaz bir nimetsin, ben ise senin için sadece mihnetim. Ben şükretsem gerek, sen sabretsen gerek. İster misin şu geceyi taat ve ibadetle geçirelim zira Efendimiz (SallALLAHü aleyhi ve sellem) "Cennette yüksek bir çardak vardır. Orada yalnız şükredenlerle sabredenler otururlar." buyurdular.
Ve öyle de yaparlar. Seccadelerini gözyaşları ile ıslatır, kalplerini zikr ile aydınlatırlar. Cebrail Aleyhisselam olup biteni Resulullah Efendimize anlatır ve onları ALLAHü teâlânın cenneti ve cemaliyle müjdeler.
Ertesi sabah, namazdan sonra Efendimiz Suheyb'i yanlarına oturtur "Ey Süheyb" buyururlar "geceki halini sen mi anlatırsın ben mi anlatayım?" Süheyb gözlerini kucağına indirir, zor duyulan bir sesle "ALLAHın Resulü en iyisini bilir" cevabını verir.
Efendimiz onlara "ne mutlu size" gibilerinden bakar, "İkiniz de cennetliksiniz" buyururlar, "... ve ALLAHü teâlâyı göreceksiniz!" Süheyb derhal secdeye kapanır ve "Ya Rabbi!" diye yalvarır, "o ki beni mağfiret ettin, günahlara bulaşmadan canımı al!"
ALLAHü teâlâ bu yanık duayı kabul eder, Suheyb, secdede kalakalır. Mescidde bulunanlar ağlamaklı olurlar. Resulullah Efendimiz (sallALLAHu aleyhi ve sellem) "Size daha şaşılacak bir şey söyliyeyim mi? Şu anda Hifa Hatun da ruhunu Hakka teslim etti" buyururlar.
Namazlarını, yüzü suyu hürmetine yaratıldığımız o yüce Server kıldırır. İkisini yanyana toprağa bırakırlar. Baş uçlarına küçük bir tahta çakar. Birine "Şükredenlerden Suheyb" yazarlar, öbürüne "Sabredenlerden Hifa!"...

(bazı rivayetlerde süheyb ismi süheyl olarak geçiyor)

22 Haziran 2008 Pazar

GİTMEK Mİ ZOR, YOKSA KALMAK MI?


Gitmek mi zor, yoksa kalmak mı?
Ölmek mi zor, senden ayrı yaşamak mı?
Sevdiğini söyleyememek mi zor, sevildiğini duyamamak mı?
Beklemek mi zor ,yoksa beklediğini özlemek mi?
Mutsuzluk mu zor ,yoksa mutsuzken mutlu görünmeye çalışmak mı?
Ağlamak mı zor, gözyaşlarını içine akıtmak mı?
Ayrılıkmı zor,yoksa unutulmuşluğumun haberini almak mı?
Unutmak mı zor,yoksa unutulmak mı?
Sensizlik mi zor,yoksa seni sensiz sevmek mi?
Susmak mı zor ,yoksa gitme diye yalvarmak mı?
Senden ayrı geçen
gündüzler mi zor,yoksa geceler mi?
Gözlerinden ayrı kalmak mı zor, sözlerinden ayrı kalmak mı?
Ellerini tutamamak mı zor, sana dokunamamak mı?
Mutlu olduğunu duymak mı zor,yoksa üzüldüğünü duymak mı ?
Zamanın sensiz geçmesi mi zor,yoksa zamanı durdurmak mı?
Hayalinle konuşmak mı zor, kendimle konuşmak mı?
Rüyalarımda seni görmek mi zor,yoksa görememek mi?
Dualarda anılmamak mı zor,yoksa duasız kalmak mı?
Sensiz nefes almak mı zor,yoksa nefessiz kalmak mı?
Senden vazgeçmek mi zor,yoksa nefesimden vazgeçmek mi?
Seni sensiz yaşamak mı zor;
Yoksa seni hiç tanımamış gibi yaşamak mı?
Sensiz her şey çok zor,yaşamak çok zor
Ama;
Yokluğun, ölümden de zor geliyor bana
!!!

1 Haziran 2008 Pazar

AŞKIN ELİNDEN

Çok sevdiğim bir dostuma blogumda yazı yazması için ricada bulunacaktım ama tereddütlerim yakamı bırakmadı ve bir türlü söyleyemedim. Öylesine duygu ve hissiyatına güveniyordum ki teklif edemediğim zamanlarda da pişmanlıklarım başlıyordu söylenmeye...
Yakın zamanda okuduğum bir kitapta şöyle diyordu ''Allah aşkı tattırmak istediği kullarını bazen birbirine aşık ederki o kul aşkı tanısın ve bu muazzam duyguyu Allah için yaşamaya başlasın.'' Bizim vazifemiz bu beşeri aşk sınavını verip sınıf atlamak...
İşte bu kadim dostum şu an (Rabbi tarafından) aşk sınavını vermeye hazırlandırılıyor. Belkide sınavı verdi bilemiyorum; ama bu sınavı herkesle paylaşmasını Rabbim istedi. Birgün gideceğim yere uzak bir durakta ineceğimi bile bile bir otobüse bindim biraz ötede bahsettiğim aşık ruhta bindi.O da 'bu saatte binmem aslında işim var o yüzden erken çıktım' dedi. Sonra konuşmaya başladık ve ben aniden (konumuz da değilken) 'yazıyor musun?' dedim. Aslında ne diyor diye şaşkın şaşkın yüzüme bakmasını beklerken 'evet' dedi ve yanında taşımadığı ancak o gün çantam boş kalmasın diye yanına aldığı ajandasını bana uzattı... Uzun uzun yazmıştı bugün aşkı bir bedene hapsedip cinsellikten öte geçemeyen beşere inat yusuf yüzlü tertemiz ve tek başına büyüttüğü aşkını sayfalarca yazmıştı ve her kelimesinde aslında karşısındaki insana, insan suretindeki gölgeye değil Allah'a aşık olduğu öyle sarihtiki, yalnızca bunu görmek için zamana ihtiyacı vardı ve elbet birgün beden kafesindeki aşkı geçip ötelere bakacaktı; çünkü (bizzat) müşahede ettiğim bir Allah korkusu ve hayası vardı....
Sureti beşeri ama özü Allah olan bu aşkı yazması için onu zorla ikna ettim ve yazmayı kabul etmese de onun adına açtığım Aşk-ı ervah yani ruhların aşkı bölümünü koyup boş bırakacağımı söyledim.
Bu (aşk-ı ervah) kategorideki yazılar artık ona ait. Hep birlikte Rabbim'in insandan kendisine çevirdiği aşkın iz düşümlerini görmek duasıyla...

RUHLARIN AŞKI


Ben seninle yaşadığımı hatırladım…

Yıllardır dua ettiğim, hayal ettiğim ve keşke dediğim her şeyi sende buldum. Sıcak bir bakış, samimi bir sesti beni mutlu eden, başka bir şey istememiştim senden…

Geçmişimdeki pişmanlıklardan, geleceğimdeki kaygılardan sen azad ettin beni.Sadece seninle geçirdiğim anlarda her şeyi unutuyordum ve sadece seninle geçirdiğim anlarda yaşadığımı hatırlıyordum.Sen bana mutlu olmayı öğrettin,sen bana değerli olduğumu hissettirdin.Teşekkür ederim.

Ben kendimi sevmeye, sevilmeye layık görmezken senin kadar iyi birisini sevmeye hakkım yoktu belkide..Yine de görmüştüm bir kere seni,vermiştim bir kere ellerine kalbimi.Artık o senindi.Ben de çok geç fark ettim seni sevdiğimi.Çünkü etrafıma ördüğüm duvarlar o kadar kalındı ki, kalbimi hapsettiğim yer o kadar derindeydi ki ve duygularımı kontrol edebileceğime o kadar inanmıştım ki,kalbimi bu kadar kolay teslim edebileceğimi hiç düşünmemiştim.Bu rüyadan uyandığımda, anladım ki kalbim artık senindi.Özgürlüğüne kavuşan bir kuş gibi uçmuştu yerinden ve biliyorum ki dönmeyecek göç ettiği yerden..

Gözlerin gözlerime, ellerin ellerime değmeden sevdim seni , sen beni sev(e)mesende..Ben sana adım adım yaklaşmıştım, sen bana gelmeye niyet et(e)mesende..Gururumu senin için hiçe saymış,benliğimden vazgeçmiştim,senin gözlerinde küçüldüğümü bile bile…

Ve sonra…

Sonra sonbaharın geldiğini anlamayan çiçekler gibi son bir kez denedim çiçek açmayı,ama olmadı,sonbahar gelmişti ve ardından gelecek uzun bir kışın habercisiydi..

Artık seni çok iyi anlıyorum inan. Bana saatlerce anlatmak için uğraştığın haldeyim;ümitsizim,çaresizim,kendimden vazgeçmiş bir haldeyim ve en kötüsü de sensizim…

Ben seninle gülmeyi hayal ederken sen, senden uzakta gülmemi istedin, bu yüreğimi sonsuz bir mutsuzluğa terk ettin; biliyorum ki ben seninle gülebilirdim. Yanında olmama izin verseydin,içinde sakladığın sevgiden bir damla serpseydin kalbime,o sevgini paylaşsaydın benimle,inanıyorum ki çok mutlu olurduk ikimiz de…

Şimdi…

Şimdi ben duvarlarımı yıktım, firar etti kalbim ama yine de sana ulaşamadım, tükendim.Artık geceler benimle,gözyaşlarım benimle,sevgin benimle.Ben seni son nefesime kadar beklemeye razıyken yine de duyarsan beni başka biriyle bil ki; o kişi yanımda ama dualarım ve kalbim seninle…

26 Mayıs 2008 Pazartesi

BİLİNMEZLİKLERİM

Hem derdimsin hem dermanım.

Derdimin dermanısın hemde çaresizliğimin çıkmazlarımın girdabısın.

Gizli derdimdin Sen benim.

İfşa ettim Sen'i. Hata mı değil mi diye yeni bir bilinmezlik girdi benliğime.

Esiri olmak istemiyorum ene'min derken, yeni bir esaret bukağısı doladım ruhumun direklerine.

Sana gelen yolları aramaya çıkarken sırlarımı döküyorum galiba.

Böyle olmayacaktı. Bendeki saklı Sen'i görmesindi hiçkimse.

Yapamayacağımı bildiğim halde;
neden gafletime yenildim,
belki nefsime,
belki kibrime,
belki hepsine birden...

Sen'sizliğimi görmeyip Sen sananları bendekini ne yapmalıyım?

Bazen her yanım Sen, bazen (ne acı ki) hiçbir yanım...

Bende çıkmalımıyım yola ''O'nu arıyorum yok mu gören '' diye.

Korkuyorum bu defa da kaybetmekten.

N'olur! Yine Yusuf'suz kuyularda burakma beni...

23 X (DOĞUM GÜNÜ) + BUGÜN = ???



Yirmiüç bahar gördü gözlerim ilme'l yakin...

Huzura varmak hesabımı ver(ebil)mek için yirmiüç yılım kaldı ardımda. Ne yaptın diye sorduğunda boyun eğdirecek, hicranla 'ah' dedirtecek (şu an) yirmiüç yılım var sana sunacağım...

Neden?lerine, nasıl?larına ve tüm sorularına verecek cevabım yok; çünkü günahlarımı anlatamayacak kadar utanıyorum Sen'den, sukutum bile utanıyor susuşundan...

Çelik halatlarla örülmüş, fethi zor kaleler gibi sağlam günah yüküm sırtımda öyle ağırki; kemiklerim inliyor altında, bu kadar çok günah yüklendiğim için omuzlarımda şikayetçi benden...
Sol yanım öyle ağır ki ve amel defterimin sol sayfaları öyle dolu ki; boş (sağ) sayfalarım bile hayrette..

İbadet torbacığım delik deşik, yaptım sandığım amellerimde oralardan kayıp gitmiş.

Şu an alsan huzuruna 'benim' dediğim azalarımın şikayeti, günahlarımın ağırlığı ve paramparça olmaktan tanınmayan ibadet torbacığımdan başka sunacağım hiçbirşeyim yok elimde. Son ümidim Sen'i seviyor zannındaki yüreğim, onunda hakkını verdiğinden hiç emin değilim...

Yirmiüçüncü yılıma girdiğim bugün, bir hardal tanesi kadar ilerleyemedim; ama tek dayanağım senin lütfettiğin duam. N'olur günahıma bakıpta o lütfunu alma benden.

Rabb'im Sen'i bilmek ve yolunda ölmek nasip et, Rahmetine sığınıyorum yardımını esirgeme benden...

18 Nisan 2008 Cuma

Bir Zaman Muhasebesi


(Geçmişe dönük yaşamaktan bugüne ve yarına bakmayı unutanlara bir hatırlatma)

Yalnız, zamansız, sılasız, garip
, biçare, belki zavallı... Kimbilir yolda gördüğüm o selpak satan çocuğun, çöpleri karıştıran teyzenin ruhaniyatı benimkinden daha yaşanılır, daha basit ve alengirsiz... Bense asude hayatın peşinde koşan, bazen yorulan bazen koşmaktan vazgeçen hatta geriye bakıp keşke dönebilsem diye vaveyla eden, sonra Allah namına, Allah adına diyerek O'ndan gelen kuvvetle yeniden yeşeren bir seyr içinde yalpalanıp duruyorum...

Hayatın kendisi çok aceleci olduğu için, insanların an'ı yaşamalarını istiyor ve kendini dengede tutuyor, zaman kendi gibi hızlı davrananlara acımıyor ve sillesini indiriveriyor, kimine şefkat tokadı, kimine secir tokadı olarak inen bu ikaz akılları başlara getirsede, bazen geç kalınmış olabiliyor; çünkü zaman insanın aceleciliğini istemediği gibi, geç kalmayıda affetmiyor.'Dem bu dem'dir deyip doğru adımları atanlar, karlı adımlarıda atanlar oluveriyorlar...

Koskoca ömürler bazen harcanıyor ve su gibi kayıp gidiyor insanın ellerinden, zamanın içinden zamansızlığın kapısını kısa sürede olsa çalıp içeri girebilenler kendilerine gerekli ikazı yapabiliyorlar; ama onlar içinde 'geçmiş' ellerinden kayıp giden bir mazi olmaktan öte geçemiyor, bazen öyle adımlar atılmış, öyle yaralar açılmış oluyorki geri dönüşü olmayan...

Zavallı insan ''Böyle takdir etti ise Mevla boynumuz kıldan ince'' diyemeyip yakınırsa, zamansızlık kapısıda kapanıyor ona, oysa hayatına''şimdi bu an'ı ve bundan sonrasını yaşanılır kılmak zamanıdır, gayret'' diyebilen; acısına aldırmadan, yarasına tuz basa basa ezip geçiyor geçmişi ve 'Ne olursan ol yine gel' kapısında buluveriyor kendini, defalarca geri dönüyor ve yine aynı kapının eşiğine dayanıyor belki ;ama Tövbe! Aman! dediyse hulus-u kalp ve vicdan çektiyse beyaz bayrağını göndere zamansız zamanlarda; hür, ruşena ve salah an'larda meçhule doğru yollanıp gidiyor vesselam.....


13 Nisan 2008 Pazar

İÇİMDEKİ GEL-GİT


Birileri geliyor, birileri geçiyor gözümün önünden,bitmek bilmiyor gelenle giden..Gidene el sallıyorum, gelene sarılıp kokunu duymayı istiyorum..Giden senin heyecanınla, gelense zerre zerre ayrılık azabında...

İçimde ne çok gidip geliyorum sana onlarla her defasında.Gidenle yanıyorum, gelenle yanıyorum,yangınımla yeniden yeniden ayrılıp kavuşuyorum.

Her yangınımı bir seher yelinin boynuna dolayıp yolluyorum huzuruna...Seher yeli üzgün, kırgın, perişan dönüyor Ya Rasulallah...GEL! haberini veremedi bu aciz sevdalına...


Gelenlerin gözlerinde arıyorum seni,gidenlerin sana susamış gönüllerinde...

Gelenlerin siması senin güneşinle boyanmış,gidenler o boyaya boyanma sevdasında.

Ravza'nı görmüş gözler,senin toprağına bulanmış bedenler, sana yüz sürmüş dualar getiriyor Sen'den gelenler...


Sana okunmuş yasinler, Sana adanmış hatimler, seni anmış salavatlar götürüyor gidenler...



Birileri geliyor birileri gidiyor gönlümden; gidenlerle Sana geliyorum, gelenlerde Seni arıyorum ve yine bir seher yeline sarıp sevdamı Sana yolluyorum...



Gelenlerin yangınıyla coşuyor yüreğim,gidenlerin heyecanıyla ve sinemi çatlatırcasına deli çarpıyor velhasıl gönlümde dayanmıyor bu geliş gidişlere Ya Rasulallah...




Biçareyim, yorgunum, yoksunum...Kimsesizliğimin çaresi Sensin Rasulüm.....

.....




11 Nisan 2008 Cuma

Hayy'dan Huu'ya Giderken (İLK PERDE)

Bloğun ilk yazısı ne olsun diye düşündüm günlerce,bir sürü şey kurguladım durdum.Sevdiğimiz bir büyüğümüzü kaybetmemizin bana ilk ilhamımı vereceğini ve ilk yazımın da başlı başına bir başlangıç konusunda olacağını hiç düşünmemiştim...Blogumun başlangıç yazısı ve ölüm denilen diğer başlangıç bir araya gelince bana sadece kalemden dökülenleri buraya aktarmak kaldı...Böylece Hayy'dan Huu'ya gitmenin anlamı çıkıverdi ortaya..........

İLK PERDE
Perdelerin sonsızluğa açıldığı ve bedenden geriye yalnızca son nefesimizin kaldığı an..Onu da dünya ya terkedip cismimizle birlikte sahnenin ahirete açılan perdesinden adımımızı attığımız ilk adımın adı:???
Buz kadar sıcak, ateş kadar soğuk bir kelime...
Günde beş vakit duyduğunuz ezanın bir gün musallada sizin üzerinize okunmasının adı: ÖLÜM
Camii avlusundan adım atan 'dost'larınızın başucunuzda gözyaşlarını vefa borcu babında bırakıp az öteye çekildiğinde sizin derin sükutunuza ortak olacak kadar bile sabredemeden 'hava'dan 'su'dan yapılan konuşmaların adı: ÖLÜM
Bilmeyenlerin,düşünmeyenlerin, akledemeyenlerin koyduğu isim nam-ı diğer: ÖLÜM
Doğumun sonu, hayatın, zevklerin, eğlencenin sonu, sonların sonu: ÖLÜM
Toprağın altına girmek, öteki 'dünya'ya göçmek, mirası evlada devretmek: ÖLÜM

Ölüm bir ÖLÜM mü?
Ölüm bir DÜĞÜN mü?


Hasretin, iştiyakın nihayeti düğün (şeb-i aruz)...Mekansız mekanda, zamansız zamanda bir vuslat. Aşkın son zerresi, kapalı perdelerin son sahnesi...
Rabb'e ve En Sevgiliye müştak gönüllerin kavrulmuşluğuna sunulan kevser...

Kelimelerin tükendiği, adını koymaya harflerin bir araya gelmekten haya ettiği yerin adı: DÜĞÜN
Sizi bilen ve anlayabilenlerin musallada değil,
yanıbaşlarında durduğunuzu sezebilen gönüllerin ışığı: DÜĞÜN
Selalar öldü?! diye haber saldığında ''İnna lillahi ve inna ileyhi raciun'' demeyi bilen
Rabb'e dönük simaların aynası:DÜĞÜN
Ardınızdan Hamd-ü Sena edip ''Rabb'im Sana Kavuştu'' diyerek
vuslatınızı kutlayan dost sözünün, kalp gözünün adı: DÜĞÜN

HAYY'dan HUU'ya Gidebilmek...

Ölümün adı ÖLÜM mü?
Ölümün adı DÜĞÜN mü?


Sizin ölümünüzün adı ne?